1.
Bir kentin asli görevi, kullanıcısının temel ihtiyaçlarından olan barınma ihtiyacını karşılayabilmektir. Ataları mağaralarda yaşayan insanoğlu gelişmiş, konfor kavramının farkına vararak kendine kentler inşa etmiş... Peki oldukça iyimser başlayan bu girişimin sonucunda neden bugün İstanbul gibi kentlerle ilgili her cümleye “problem” kelimesini yerleştiriyoruz?
İstanbul’dan bahsediliyorsa, “problem” kelimesinden önce, yıllardır ilk cümlede kendine yer bulan klişelerle tekrar karşılaşmaya hazır olmak gerek. Tarihsel birikimi, coğrafi konumu, kozmopolit yapısı vs... Bu nitelikleri ve demografik durumuyla Türkiye’nin 1/5 ölçekli bir modeli gibi gözüken şehrin ifade ettikleri, görecelik kavramını ispatlar nitelikte. Dışardan kente gelip vitrinden onu gören hemen herkes ona “aşık” olur, fakat barındırdığı insanlar için durum bu kadar da net değildir.
2.
Sanayi devrimi sonrası hızla küreselleşen dünyada hakim olan sistem, İstanbul gibi metropoller yaratmıştır. Bu süreci tam anlamıyla yaşayamamış, entegre olma konusunda hep geride kalmış olan ülkemizin en büyük metropolünün bugünkü gibi bir İstanbula dönüşmesi kaçınılmazdı belki de. Damdan düşer gibi hayatlarına giren modernizmi henüz sindirememiş olan bu toplum, kentselleşebilmeyi de kolayca başaramayacaktı kuşkusuz.
İstanbul’un en büyük problemi, malum, kısa zamanda ivmeli nüfus artışı olmuştur. 20. yy’ ın ikinci yarısında “taşı toprağı altın” umuduyla İstanbul’a göç eden insanlar, şöyle ya da böyle kente tutunmuş fakat onun kontrolsüz olarak büyümesine ve çarpıklaşmasına da önayak olmuştur. “Gecekondu” kavramını takip eden “yap-satçı zihniyet” yüzünden kent fiziksel anlamda şişmiş, her köşesi birbirinin aynısı düzensiz sokakları, Le-Corbusier’in “ Maison Domino ” modelinin imitasyonu çürük binalarla tıka basa dolmuştur.
Batının erken modernizmine başlarda duyulan heves sonraları zayıflamış olacak ki, böyle problemlerle boğuşan Avrupa şehirlerinin uyguladığı çözüm önerileri ülkemizde pek rağbet görmemiştir. Uydu kentlerle, büyük şehirlerin yoğunluğunu parçalamayı öngören ve çoğu kez başarılı da olmuş bu uygulamalar neden bilinmez ülkemizde çok küçük girişimlerden öteye gidememiştir. Her geçen gün genişleyen şehir bir merkeze bağlı olduğu için, tek çekirdekten beslenen bir çok katmanlı bir yapıya dönüşmüştür.Bu iç-içe geçmişlik ve kontrol sıkıntısı çok çeşitli sorunlar doğurmuş, kullanıcıyı kendi çözümünü üretmeye itmiştir.
3.
Toplu konut, sosyal konut gibi kavramlar kamu kurumlarının lojmanları dışında ülkemizde uzun süre alternatif olarak görülmedi. Bunun sebebi, sosyal konut inşa edip, sonrasında Charles Jencks ’in St. Lois’deki yıkımdan sonra söylediklerinde tekrar haklı çıkması ihtimalinden çekinmek miydi, ya da Gomorrah filmindeki gibi suç ortamlarına mekan tasarlamaktan kaçınmak mıydı bilinmez. Ama siyasi erkin uzun süre aklına getirmediği bu üretim tarzı son yıllarda İstanbul’un genişlemesine daha farklı “katkıda bulundu” diyebiliriz.
Çarpık da olsa, çirkin de olsa daha önceleri var olan “yer” ve “kullanıcı” arasındaki ilişki, steril ve güvenli hayat vaad eden bu yeni anlayışla deforme oldu. Sadece yaşanılan bölge veya çevreyle değil, o çevredeki diğer kullanıcılarla da ilişki kurmanın pek gerekli olmadığı farkedildi. Kent ve konut birbirinden koparak mekanikleşti. Sosyo-ekonomik açıdan olanağı olan insanlar önce kent çeperinde, kente hızlı ulaşacakları yollar kenarında; sonra yine aynı yollar kenarında ama bu kez kentin içindeki korunaklı kentlerde yaşamaya başladılar. Çoğu, nitelik bakımından yap-sat zihniyetinden çok da farklı üretilmeyen bu konut grupları, yatayda ve düşeyde kullanıcının her ihtiyacını karşılacayacak şekilde donatıldı ve kent içinde rant sağlayacak her boş alana yerleştirildi.
Bugün, İstanbul’da, eski bir derme çatma gecekondunun 2 metre ötesinde yüksek duvarlarla sınırlandırılmış, çok katlı “modern siteler” görebilirsiniz. İkisi de İstanbul’lu, teoride komşu sayılabilecek, temasları çeşitli potansiyellere gebe olan iki hayat birbirini zerre etkilemeksizin yaşamaktadır böyle yerlerde. Yeni olan, asıl kent olarak addettiği yere hergün anayollardan rahatça gidebilmektedir nasılsa, yaşadığı evin etrafıyla ilgilenmez. Asıl oralı olan ise pek rahatsız değildir, zira evinin toplu konuta bakan cephesi güzel görünsün diye birileri tarafından boyatılmıştır bile.
4.
İstanbul’un halihazırdaki -olumlu ya da olumsuz- durumunun en büyük belirleyicisi kullanıcısının barınma sorununa ürettiği cevaplardır. Sosyal anlamdaki karmaşanın yanı sıra, mevcut yapıların büyük bir kısmını konutların oluşturduğunu düşünürsek, morfolojik ve kentsel açıdan da var olan sıkıntıların kaynağıdır. Kilometrelerce kare içinde bir parça yeşil alanı olmayan bölgelerin olduğu bu şehirde, plansız gelişim, kısa vadeli çözüm üretme alışkanlığı devam ettiği sürece de “problem” kelimesini daha sık sık telaffuz edeceğiz gibi görünüyor.
Peki ilk adım ne olmalı? Duygusal anlarında, İstanbul için artık tek çözümün önceden tahmin edilecek çok şiddetli bir deprem olduğunu savunan insanlar var artık. İsteklerine göre bu depremde can kaybı olmayacak, tarihi ve nitelikli yapılar zaten sağlam duracak, sonuçta elimizde Tabula rasa’ya yakın bir İstanbul kalacak ve onu ihtiyaca göre dilediğimiz gibi tasarlayacağız. Tarihsel süreçte, yapılı çevrenin olumlu yönde gelişmesinde ütopyaların katkısı yadsınamaz. Fakat çözümü bu sert öngörüden beklemek yerine, günün şartları göz önünde tutularak yapılmuş kavramsal üretimleri, çözüme katkı anlamında ciddiye almak gerekiyor.
Hakan KELEŞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder