E

Konut- İnsan İlişkisi konut ve kent Sosyal Ayrışma kentsel dönüşüm soylulaştırma tüketim nesnesi olarak konut alt gelir grubu göç kapalı site kapalı siteler kentsel algı kentsel yaşam rota Ait olma durumu Toplu Konut algı barınma-yaşama fiziksel sınır gecekondu genişleyen konut sınırı konut niteliği konutun tüketimi sosyo-ekonomik statü sınır Özel - Kamusal Sınırı çarpık kentleşme Kamusal Omurga Çeperinde Konut Sosyal Adalet Toplum-Kent İlişkisi durak dışlanmışlık etkileşim gelecek tasarımı hafıza kamusal alan kent çeperleri kültür katmanı mahremiyet metropol sosyal eşitlik sürdürülebilirlik toplumsal sınır yap-sat yaşam kalitesi üst gelir grubu ütopya 3. boyutta mülkiyet Bellek Ekosistem Kent ile Konutun Kesiştiği Alanlar Kentin Yatay ve Düşey Arayüzleri Kentli Hakkı Kentsel Doku Ne Yönde değişiyor/Değişmeli Kişiselleşme Kolektif Bellek Korunaklı Yerleşimler Metropolde Konut İhtiyacı anlam beden deneysel konut dinamik konut disiplinler arası yaklaşım distopya dönüşüm düşeyde yükselme ekonomi ekonomik strateji evsiz farklı kültürler fonksiyon future systems geleneksel kavramlar gelir kutuplaşması genius loci geçirgenlik geçmiş ve şimdiki gobi-gobi görüngü gündelik hayat istanbul istanbul'da yaşam kamusal - özel aralığı kamusal eşik katmanlaşma kent bileşenleri kent karakteri kent merkezi kentli kentsel boşluk kimlik konut sloganları konut tipolojileri korunaklı konut küresel kentler mahalle olgusu marka projeler mekan mekan antropolojisi mevcut modeller moda monotonluk müdahale norm okumalar reklam residence resilin sentetik mekanlar simülasyon sokak-konut ilişkisi sosyal entegrasyon soyutlanma su-kent sürdülebilirlik tanımlı mekan tasarım projeler toplumsal mekan tüketim çılgınlığı yeni konut siteleri yuva zoning Öbekleşme çok kültürlü kent üretim

27 Kasım 2010 Cumartesi

500kelime_erdem tüzün+mihriban duman

Öğrenme, yarar sağlama ve benzeri sebeplerle bazı nesneleri bir araya getirmek, koleksiyon yapmak anlamlarını taşıyan “biriktirmek” eylemi, kentin kullanıcıları tarafından -farkında olarak ya da olmaksızın- gerçekleştirilen bir aksiyondur. Bu aksiyonun genişliği/derinliği biriktirilebilir unsurların çokluğundan, çokluktan da öte çeşitliliğinden gelmektedir. Bu noktada kent, bahsedilen eylem için toplanabilir verileri bünyesinde barındıran çok büyük bir depo olarak betimlenebilir.Kentler, insanların doğa ile yaşam mücadelesinin entelektüel ve sosyal düzeyinin, göçebelik ve tarımsallığa göre daha yoğun ve karmaşık olduğu yerlerdir. Bu nedenle daha dinamiktir. Bu dinamizm hem tarih içinde hem günlük yaşamda kolayca izlenir, gözlenir. Aynı zamanda her çeşit birikimin de oluştuğu bir yerdir. Burada bilgi birikir ve yok olmaz (Yürekli, F).

Metropolü kentten ayıran, (ya da kent tanımının bir sonraki aşamasına taşıyan) heterojen yapısıdır. İçinde barındırdığı çok kültürlülük vasıtası ile metropol -çoğunlukla homojen yapılı- kentten daha da yoğun bir birikim çeşitliliğine sahiptir. Bu demek olur ki metropol, biriken ve yok olmayan bilginin barındığı en aşkın kenttir.

Heterojen yapısı ile içinde çeşitli kümeleri yaşatan metropolün kendisi de aynı zamanda bir düzenin alt kümesidir. Görünürde, söz konusu kümeleşme fiziksel sınırlar ile çerçevelenmektedir:

metropol > …………… > konut
evren > galaksi > dünya > kıta > ülke > metropol > mahalle > konut > oda
………. >……… > avrupa birliği > ülke > metropol > kapalı site > konut >………

Yer, mekan tanımlamalarında çoklukla sınırlara başvurulması tesadüf değildir. Bahsedilen sınırların oluşması mahremiyet, savunma gibi türlü tinsel, fiziksel sebeplerle süregelmiştir. Fiziksel sınırlar, kümelerin konumlarını algılamada son derece etkili iken, bugün bilginin aktarılmasında pasif durumdadır. Bu yargı metropol hayatı için de geçerlidir. Metropol yaşantısında herkes özel, tanımlı bölgelerine sahiptir, bir başka deyişle bu bölgeleri yaratma imkanı bulmuş/elde etmiştir. Ancak, her türlü kaosa açık metropolde yaratılmış bu sınırlar geçilemez, ulaşılamaz değildir. Fiziksel sınırlardan çok öznel tercihler ve algılar sonucu ortaya çıkan sınırlar göz önünde bulundurulmalıdır.

Kent algıya ve öznelliğe bağlı sınırlar ile didiklenmektedir. Bu öznellik ve algı ile her metropol insanı, kent yaşantısı boyunca farklı zaman dilimlerinde farklı yerlerde bulunur. Söz konusu farklı zaman – mekan konumlanmaları kent içinde çizilmiş planlı ya da plansız rotalardır. Her bir rota diğerleri ile sürekli kesişir. Bu kesişimler metropol yaşamına ait birikmiş bilginin zaman ve mekan bağlamlı aktarımını sağlar. Yani rotalar metropole ait tüm bilgilerin kayıtlı olduğu, metropolün sürekliliğini sağlayan, kaybolmaması gereken hayati önem teşkil eden verilerdir.

Konutun başlangıçta belirtilen “biriktirmek” eylemindeki ve devamında bu noktaya kadar bahsedilen süreçteki yeri ve önemi bahsedilen rotaların başlangıç ve bitiş noktası olmasıdır. Bir konut kullanıcı sayısı aracılığı ile bir veya birkaç rotayı (gündelik birikim dizisini) başlatır ve bitirir. Yani konutlar, belirli zaman aralıkları ile bilgileri depolayan küçük kasalardır.

Ancak dikkat edilmesi gereken durum bu kasaların kilitsiz olmaları gerekliliğidir. Konutun bu olaydaki önemi yalnızca bu süreçleri başlatıp bitirmesinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü metropolün niteliklerinin kalıcılığı için aktarımın, kesişmelerin asla duraksamaması gerekmektedir. Bu devinim için yalnızca duraksamamak da yeterli değildir, eylem sırasında elde edilen çeşitliliğin kaybolmaması da en az süreklilik kadar önemlidir. Bu da ancak paylaşım ile gerçekleşebilir. Bu paylaşımın işlerliği farklı konut tipolojileri üzerinden irdelenecektir.


mihriban duman 502101088
erdem tüzün 502101051

23 Kasım 2010 Salı

500.Özgür Gültekin.Ayşe Şahin

YAŞAM___KONUT
İnsanın benliğinin ve bu benliğe bağlı olarak tanımladığı varoluşsal mekanın ortak merkezinde, barınma kavramı yer alır. Barınma kavramının bu merkezi durumu; mimari mekanın üretilmesi sürecinde, “konut”u insan yaşantısının merkezi yapar. Temelden yaşamla konut arasında kurulan bu bağ; konuta ilişkin yapılacak her türlü değerlendirmede, yaşamı şekillendiren parametrelerin dikkatle incelenmesini gerektirir.
TOPLUMSAL YAŞAM___KENTSEL KONUT
Kentlerin günümüzdeki durumu değerlendirilerek, konut ve yaşam arasındaki bu ilişki “kent” ölçeğine aktarıldığında, insanların ilişkideki yerini topluluklar, kitleler alır. Dolayısıyla kentsel konut üretiminde belirleyici olan, toplumların yaşamlarıdır. Bu üretime ilişkin sorunlar da, öncelikle toplumsal yaşamın sorunlarıdır ve konuttan önce yaşam üzerinden incelenmelidir.
Yeni bir kentsel konut modeli uygulamasında; yapısal bileşenlerden oluşan doku, toplumsal yaşamın parametrelerinin sisteme dahil olmasıyla birlikte çeşitli şekillerde deforme olmaya başlar. Bu deformasyon, mekanla insanın iletişim kurmasının yöntemidir ve bu iletişimden doğan ilişkiler modele -dolayısıyla kente- kimlik kazandırır, onu tanımlar.
Süreç içerisinde toplumsal yaşam; yeni kavramların ortaya çıkışı, yeni gelişmelerin, değişmelerin yaşanması ve yönetimlerin bu durumlar karşısında takındığı tutuma bağlı olarak değişir. Yaşamın bu şekilde, sürekli bir devinim içerisinde olduğu söylenebilir. Bu nedenle dünün yaşamının gereksinimlerine uygun olarak üretilmiş olan konutlar, bugünün yeni ihtiyaçlarına cevap veremeyebilir. İşte bu durumda değişen toplumsal yaşam, deformasyonların aşırılaşmasını önlemek adına; “yeni konut modelleri” üretimini ve eski konut modellerinin günün yaşam koşullarına uyum sağlayabilmesi için “dönüşüm projeleriyle” desteklenmesini gerektirir.
İSTANBUL___YENİ KENTSEL KONUT MODELLERİ / DÖNÜŞÜM PROJELERİ
İstanbul; kökeni 1945-50’lere kadar uzanan, küresel politik ve ekonomik dinamiklerin yerel politikaya dahil olmaya başlamasıyla birlikte oluşan göç dalgalarına ve buna bağlı olarak ortaya çıkan konut ihtiyacına paralel bir dizi değişim geçirmiştir. 50’lerde nüfusu yaklaşık 950 bin olan şehir; 1980’de 2.7 milyon, 1985’de 5.5 milyon, 2000’de 8.8 milyon ve 2010’da ise 12.7 milyon nüfusa ulaşmıştır. Bu süreçte, zaman zaman ortaya çıkan geçmişin konutuyla günün yaşantısı arasındaki gerilim, bugün kentsel konutla iligili sözü edilen pek çok problemi açıklamakta ve uzun yıllardır bitmek bilmeyen konut üretimine rasyonellik kazandırmaktadır.
Şehrin bu durumunun bilincinde olarak; “yeni kentsel konut modelleri” üzerinde çalışmak, geçmişte olduğu gibi mevcut konutlara ilişkin problemleri görmezden gelmeye devam etmeye devam edeceğinden ve nüfusun sadece çok küçük bir kesmine hitap edeceğinden, bu derece büyük bir kentin kentsel konuta ilişkin problemlerini değerlendirmekte yetersiz kalacaktır. Ayrıca yeni modellerin sahip olduğu ticari kimlik, modelin, çözmeyi hedeflediğinden daha da fazla probleme yaratmasına da yol açabilmektedir.
Yeni modellerin aksine “dönüşüm projeleri” mevcut konut dokusu üzerinde çalışmayı gerektirdiğinden ilk anda problemlere bir çözüm getirebilecekmiş gibi gözüksede; nüfusu 12.7 milyona ulaşmış bir kentin konuta ilişkin problemlerine etkin bir çözüm olmak için fazlasıyla geç başvurulmuş bir yöntemdir. Bu duruma ek olarak bu tip projeler, kimseyi yerinden etmeden, mevcut mekanları günümüz ihtiyaçlarına cevap verebilecek seviyeye getiriceği yerde; aksine birer yerinden etme ve yeniden sahiplendirme süreçlerine dönüşmüş, ticarileşmiştir.
Tüm bunlara ek olarak yeni üretilecek modellerin ve dönüşüm projelerinin, mevcut konut dokusuyla kamusal mekanda kuracağı ilişkiden doğabilecek sorunlar da, kendini duvarların veya güvenlik görevlilerinin arkasına saklayan uygulamalara dönüşmelerine neden olabilir.
KAMUSAL MEKANDA BAŞLAYAN SÜREÇ
Yeni modellere ve dönüşüm projelerine ilişkin bu gibi olumsuzluklardan bahsedilebilecek, 12.7 milyon insanın yaşadığı İstanbul’da, kentsel konuta ilişkin en temel problem mevcutta var olan ve toplumsal yaşantının bugününe uyum sağlayamayan konut stoğunun değerlendirilmesi noktasında yoğunlaşmaktadır. Günlük yaşam, insanları kamusal mekanlardan git gide daha da koparmakta ve bu durum insanları gün geçtikçe evlerine hapsetmektedir. Geçmişin konutlarının bu gibi bir kullanıma ayak uyduramaması, maddi durumu nispeten iyi insanları yeni konut alanlarına doğru yönlendirmekte ve bu harekette sürekli yeni konut üretimini tetiklemektedir.
Bu doğrultuda merkezi konut olan ve yollarla kente,kamusal alana doğru genişleyen bir varoluşsal mekan kurgusu üzerinden, kamusal mekan kullanımı pratiği elde edilmesinin, mevcut konut stoğu üzerinde olumlu bir etki yaratması ihtimali değerlendirilebilir. Uygun şartlar sağlanırsa, kamusal mekandan başlayıp, konut yakın çevresine ve konuta doğru bir iyileşme öngörülebilir.

İŞTE ANCAK O İNSANLAR “FARK ETMEZ” DİYEREK, BİR SINIFIN VEYA BİR GRUBUN AİDİYET İŞARETLERİNİ TAŞIMAYAN KONUTLARA GİRİP OTURMAYA BAŞLIYORLAR. Arredamento Mimarlık 2010/11.... İhsan Bilgin

BURADA, “ÖZEL HİÇBİR ŞEY YOKTUR, BENİM EVİM DIŞINDA TABİ, BAŞKA BİR YER YOK... HİÇBİR YER YOK”. Kent İçinde Yürümek....De Carteau, M


Özgür Gültekin / Ayşe Şahin

metin: gülşah.aykaç-ipek.kay-a.nil.şensu


MTS PROJE1.2010güz-gülşah.aykaç-ipek.kay-a.nil.şensu

Hegemonya toplumsal bireyin eylemleri/eylemsizlikleri üzerinden kendini tekrar tekrar kurgulayan bir sistemdir. Bireyin hegemonyaya kendini bırakması da tekrarlı biçimde kendini üreten bir durumdur. Gündelik yaşantının kurgusu bu üretim araçlarındandır. Bireyin kent içinde “kimlikli” olarak varolma şekillerine bakıldığında mülkiyetin izleri görülmektedir. Oy vermek veya herhangi bir bürokratik işlem için ikame ispatı belgelerine ihtiyaç duyulması bunun örneklerindendir. Mülkiyet sahibi olmanın bireyin fiziksel veya duyusal ihtiyaçlarının karşılandığı bir mekanda rahat edebilmekten çok öte bir anlamı vardır. Mülkiyet ve sabitlik, bireyin bugünün olağan yaşantısında edindiği alışkanlıklar ve güvenlik mekanizmalarıdır.

Kentsel konut, kent içinde konumlandığı yere göre pahası değişen ve mülkiyet olgusunun içinde sıkışıp kalan “ev” olarak tanımlanabilir. Başka deyişle; ev, otoritenin paha ve mülkiyet yolu ile meşrulaştırdığı politik bir araçtır. Bu araç aile için üretilir ve böylelikle toplumsal düzenin çekirdeği kabul edilen evlilik ve aile kurumunun bir yaşantıya dönüşmesi sağlanır. Bu durum konut tipolojisini katı bir şekilde sınırlarken bireyi de ikamet ettiği sürece kabul edilen kültürel bir düzenin içine sokar. Konutun ne olduğu üzerinde düşünmek istediğimiz zaman konutun ne olmadığından da yola çıkabiliriz. “Konut”, “yurt” değildir, “hapishane” değildir, “hastane” değildir. Tüm bu mekanlar uzun süreli ikamet mekanları olmalarına rağmen, bizim için “konut” tanımına giremezler. Bunun sebebi bireyin alışkanlık edindiği mülkiyet mekanizması dışında kendini tanımlayamaz hale gelmesi midir? Eğer öyleyse, hegemonyayı mekanizmalarından biri olan mülkiyetin sınırlarını kırarak bireysel varoluşu yeniden tanımlayabilir miyiz?

Bu soru ilk olarak doğrudan hegemonyaya müdahale etmek ve bir yarın kurgusu oluşturma denemesi ile irdelendi. Ev-iş-yol üçlü dinamiğindeki yol bileşeninin kentte eritilmesi, politik olarak nasıl kurgulanır sorusu soruldu. Yeni bir hegemonik düzen kurulup bireylere işlerine yakın bir sabit hacim verildiğinde, metropol başka bir otoritenin kurgusu haline dönüşür. Neo-liberal olarak kelimeleştirdiğimiz, ekonomik ve politik durumun kentlere kattığı bazı artı değerler ve farklı dinamikler vardır. Yeni bir hegemonik düzen, kenti konut, konutu sadece bir mahremiyet hacmi yapmayı becerebilse dahi, dinamik bir İstanbul’u üretemeyecektir.

Bir başka adım, bir takım mantık haritalamaları yaparak; bütüncül ilişkilendirmeler yapmak ve kendi konut, iş ve yol deneyimlerimiz üzerinden bulunduğumuz mekanlarda hegemonyanın ve bedenin özgür etkisini analiz etmek oldu. Bireyin hareket haritasında kesişim alanları ve köprü mekanlar ile karşılaşma olasılığının fazla olduğu istasyon mekanlar vardır. Köprü mekanlara örnek olarak ulaşım araçları, istasyon mekanlara örnek olarak ise okul ve en çok gidilen kafe verilebilir.

Konut aynı zamanda sabit bir noktayı da tanımlamaktadır. Sabit noktalar olmaksızın egosantrik ve temassız bireyler olmak çok olasıdır (Norberg-Schulz). Evsizleri ele aldığımızda onların mülkiyete ait olma durumuyla kendilerini tanımlamadıklarını görüyoruz. Evsiz kente ait olan kişidir, kenti mesken edinendir ve bedenini kente ait uygun noktalara geçici olarak yerleştirerek var olabilendir. Egosantrikleşmemiş fakat mülkiyetin tanımını da parçalayabilen bireyler nasıl bir kent düzeninde var olabilir?

Konut politikasının bağlı olduğu ulusal ve küresel etkiler, kültürel düzenin içinde olmanın yanısıra bedenin manipulanduma dönüşmesine neden olur. Kumanda edilen beden, ev-iş-yol üçgeninde hareket eder. Hareket ederken evden yola, yoldan işe ve tam tersi eklemlenmeler yaşar. Temas, üretim alanları ve aidiyet yaratılan alanlar çok azdır. Bunun yerine çoğunlukla, zaman algısı kurgulanmış bir yaşantı ve yol deneyimi egemendir. Bedeni manipulanduma dönüştüren hegemonyanın mülkiyet olarak algılanan kentsel konutunun katı sınırları kente dağıtılabilir mi?

Hegemonya, mekanizmalarıyla işlerlik kazanmaktadır. Bunlar okul-diploma, iş-maaş, ev-mülkiyet, yol-durak gibi düğüm noktalarıyla bireyi düzene sokmaktadır. Bu mekanizmalar arasındaki “yol”u mekanlaştırarak bireyin bedenine esneklik kazandırmak mümkün müdür? Bedenimizin kent içindeki haritalamasını yaptığımız zaman belli noktaların transit geçiş noktası (örneğin vapur iskelesi), belli noktaların ise istasyon, yani dağılım noktası (örneğin Taşkışla) olduğunu gördük. Hareket halinde olma biçimiyle birey kendi kentini tanımlamaktadır. Birey başka hareket biçimleriyle kenti ve konutu yeniden tanımlayabilir mi? Bu hegemonyanın parçalanması ve gücünü yitirmesi anlamına gelir mi?

22 Kasım 2010 Pazartesi

İTÜ, Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı 2010-11 Güz yy. 22.11.2010

aslı nur pektaş, amar pasic

Kentsel Konut_yeniden, bugün, İstanbul

Metropol, her türlü kaynağı içinde barındırabilen çoklu sistemler bütünüdür[ hiper katmanlar]. Ölçek bazında bir metropol dünyada belirgin bir noktadır. Bir insanın bir anda kavrayamayacağı ögeler toplamı ve bu ögelerin potansiyelini, toplumun sosyolojik ve ekonomik yapısını kullanarak sürdürmektedir. Metropol atmosferi, yapılabilirlik hacminden beslenir.

Kent, topluluk ve toplama sistemleri bütünüdür. Varlığının sürmesi hem çok yönlü olmasına hem de sınırları arasında hareket ederek büyüme/küçülme potansiyeline bağlıdır.

Kentin tanımlanmasında etkili olan etmenlerden özgün çekim noktalarının potansiyeli ne kadar büyükse, kentin metropol olma ihtimali o kadar yüksektir. Toplumu etkileyen ve tetikleyen metropol imajı olarak İstanbul, eski bir imparatorluk başkenti ve boğaz kentidir. Boğaz gibi, topografya gibi doğal oluşumların kent evrimi üstündeki etkileri, kentleşme anlayışının bütüncül bir plan oluşturmaya olanak sağlamaması, noktasal-bölünmüş çözümlemelere sebep olmaktadır.

1910’larda başlayan birinci dünya savaşı ile yıkılan imparatorluğun başkent kimliği yavaşça yok olmaya başlayan İstanbul, 1920’de idari ve politik işlevini Ankara’ya devretmiştir. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yaşanan kıtlık (ikinci dünya savaşı) sonucu parti değişimi ve sonrasında politik yöntemlerin tetiklediği göç dalgaları İstanbul’u etkilemiştir. Göçlerin şekillendirdiği kent platformu, dört boyutlu karmaşık bir algoritmaya sebebiyet vermiştir. Öz kimliği ile batı ve doğu etkileri arasında kalan İstanbul, varsayımsal politikalar sonucu hem heterojen hem homojen sentetik sentezler dokusuna sahip olmuştur.

Sosyal metabolizma temposu, bireylerin birim-zamanda yaptıkları eylemlerin genel bazda çekim noktaları arasında yarattıkları frekanslar kümesidir. Birey gerek aile yapısı,kişiliği,eğitim durumu gerekse kolektif yaşam standartları sıralamalarında (öncelikler sırası) odaktaki değişkendir. Kişinin durumunu ele alan ve biçimlendiren kurum (devlet,belediye,okul) yapısı bu karmaşık metropol ağı içinde kişiyi birey sınıfından birim sınıfına taşımaktadır. Bu kişi için seçim ihtimalleri sınırlandırılmakta ve kişi tabi olmak durumuna düşmektedir.

Konut (habitat) yaşam yeri, ölçüt itibariyle bütün evreni kapsamaktadır. Düşünülebilir (sınırsız) olan ile düşündüren arasında kalan sinirsel bölgedir. İnsanın uyum sağlaması açısından ilkel olarak ihtiyaçlarını karşılayabildiği organizmadır. Konut yapma ihtiyacı doğadan ve daha sonra medeni koşullardan ortaya çıkmaktadır. Oluşum süreci kültürel ve kaynaksaldır. Dolayısıyla güncel bilimsel seviyeyi kapsamaktadır. Ancak bilimsel metodoloji, idealize ederken ekonomik optimizasyon, kısıtlamalara ve indirgemelere yol açmaktadır. Statik planlama ekonomik olmakla beraber güncellenemez bir sistemdir[hata].

Yapısal hacim bireyin özgün hareketlerine, iç ve dış etkenli alışkanlıklarına bağlı olarak şekillenir ve devamında çoğul olma durumunda, aynı hacim kullanım frekanslarına uyum sağlamaya çalışır. Ancak düşünsel hacim, birey üstünde progresif bir değişim süreci başlatır. Yaşamın sürmesi için temel kurallardan biri olan “değişimin” hacimde sıkışarak üreyen bir yol izlemesi kaçınılmazdır. İlkel toplumlardan beri iletişim kurmaya çalışan kümelenmelerin düşünsel ve fiziksel uzamları, yapıların eksiklerini tamamlamaya çalışan doğaçlamalardır[eksik organizma]. Bu, toplumun geneli ile meta arasındaki yüzleşmedir.

Erişilebilinir toplum sınırları; ölçek olarak insan hızı ile şekillenmekte, yeni hız alternatifleri yerelliği dağıtmakta, çarpıtmakta, çekmeye ve yaymaktadır. Aidiyet ve özdeşleşme çoğulluk ve benzerlikler içinde nitelik kaybetmektedir. Niteliği kaybolan düşüncelerin popülaritesi zedelenmiş, varlığı tehlike altına düşmüştür. Bu durumda geçiştirmeceler yeni yöntem olarak ileri sürülmekte ve kabul olmaktadır.

İnsan psikolojisi gelişim ve sonuç beklentisi içindedir. Döngünün devamı için elementlerin bitmesi şarttır. Hiçliktense yanlış bir şeyin mevcudiyeti de kabul edilebilir. Sembolizme göre yargı, çıkarıma (vargı) sebebiyet verir.

Sembolizm, yol gösteren şeyler ile orijinal soyutluk arasındaki sınır olarak tanımlanabilir. Sembolizm, düşünsel veri sistemini yönlendiren yüzeysel çıkarımlardır dolayısıyla bilginin kapsamı kadar olan düşüncenin görüntüsüdür. Değer bu durumda değişken düşüncelerin statik bir görüntüsüdür. Biçilen değer kabuller içinde konunun pozitif ya da negatif dizilerindeki yerini ifade eder.

İnsanın yaşam dinamikleri içerisinde kendini muhafaza edebilmesi için kendine biçtiği değerler zinciri onun dış çeperini oluşturur. Bu çeper çoğu zaman aykırılıkla mücadele eder. Olağan ve kabullerle şekillenmiş yaşantı dahilinde bir açmaz meydana getirir: eski alışkanlıklarla yeniyi anlamaya çalışır. Kaçınılmaz bir şekilde yeni girdilerle birlikte karmaşa artacaktır. Bu koşullar altında insan, bilinçli ve istediği yönde karar verebilir durumda olabilmelidir.

Ölçek değişirken yakın ve uzak ilişkisi ihtiyaç ve mecburiyetten öte bir sosyal safhayı temsil etmek duruma erişmelidir. Güvenlik, mahremiyet, paylaşma, erişim kavramları yeni yüzyılın değişen bilimsel evrim anlayışına paralel olmak zorundadır. Asla her şeyin kesin sınırlar içinde tanımlanması gibi bir ihtiyaç yoktur; ancak insanın önsezisinin kendi için karar alabilir derecede açık olması engellenmemelidir.

Kaynakların değiştiği dünyada eski ile yeni bütünleşirken, uyumsuzluklarını giderme çabalarındadırlar. Yeni kavramı, sadece sosyal ve ekonomik alanlarında değil, zihinsel bir karmaşanın ürünü olarak sunulmaktadır. Mimari alanda yaşam çapı; dış çeper (psikolojik+yapısal), hücresel hacim, ara-boşluk, dağılma, bütünlük, ölçeksel fizyon ve füzyonla şekillendirilmektedir. Aslında çoğu zaman konut sadece insanın kendi için yaptığı bir medeniyet yansıması olmaktan başka bir şey değildir.

Sonuç olarak mimarlıkta doğal oluşum zamansal ve uzaysal katmanlaşmanın merkezindeki kişi ve yaşantıdır. Konutun insan ile olan ilişkisi salt organiktir. Düşünsel yönlendirme ile şekillenebilen pratik bir tasarım olgusudur; ancak bunu istem haline getirebilir duyguların varlığı daimi olmalıdır. Organik ilişki sürekli, içgüdüsel ve dolaylıdır. Dolayısıyla oluşturulan yapı bazında -İstanbul'un kent ölçeği ele alındığında- ekonomik ve politik fikirden yoksun olunmasına rağmen “konut - kişi ilişkisi” tasarım süreci olarak bakıldığında, geniş zamanlı kültürel yansıma olarak izlenim bırakmalıdır. Genel kültür altında alt kültürler -özellikle homojen ve heterojen kent yapısında- ortak noktaları ortaya çıkarabilmektedir. Su, hava ve ışık ve bunun gibi birçok alt kültür hissedilebilen ve düşünülebilen unsurlar olmakla, konut tasarımında kişisel deneyimleri besleyen ve yaşama anlayışına nitelik kazandıran temel tetikleyicilerdir. Bunun yanında hata kavramı göreceli olarak hareketlendirici unsurlardır. İstem ya da arzu yaratan sebepler olarak eksiklik ya da hata karşısında insanı doğayla mücadeleye iter. Burada doğa kavramı insan yapımı ikincil doğa olarak da düşünülebilir. Korunma, güvenlik, huzur, refah, canlılık, yapabilme gücü gibi kavramlar alt kültürlerin insandaki atmosferik izlenimidir.

Fatma Erdem ,Nazlı Taştekin , Jale Sarı -Yönelimler/Öngörüler

İstanbul, tarih boyunca ve günümüzde çoklu yaşamların ve farklı kültürlerin merkezi olmuştur. Çoklu yaşamları, diğer bir deyişle kozmopolitliği ve çeşitliliğidir İstanbul’u bu denli çekici kılan. Unesco’nun: “Nasıl biyolojik çeşitlilik doğa için gerekliyse bir değişim yenilik ve yaratıcılık kaynağı olarak kültürel çeşitlilik de insanlık için o kadar gereklidir.” tespiti İstanbul’un bu yapısının korunması gerektiğine işaret etmektedir. Bu kültürel çeşitliliğin kentte varlığı kadar, kendini hissettirmesi de bir o kadar önemlidir. Çünkü kültürel çeşitlilik, kentin dinağimini oluşturan önemli parametrelerden biridir. Sanford Kwinter’ın “Mekânın Ortaya Çıkışı”nda bahsettiği gibi kentin dengesi onun dinamiklerinde, değişim ve farklılaşmalarını idare etme kapasitesinde yatar. Söz gelimi, bir kentin rengi ve farklılıkları kimliğinde okunur kılınmalıdır.
Kültürel çeşitlilik kadar kentin kimlik oluşumunu etkileyen başka dinamikler de mevcuttur. Nitekim bu dinamiklerden olan küreselleşme, tüm dünya kentlerini etkilediği gibi İstanbul’u da etkilemiş ve bunun en etkin göstergelerinden biri olarak kapalı siteleri üretmiştir. Ne var ki, üretilen bu standardize konut tipleri klonlanarak, sanki bütün insanlar benzer yaşam tarzlarına sahipmiş gibi sunulmuş, hatta pazarlanmıştır. Metalaşan konut, tüketim toplumuna yalnızca söylemleri ve görsel imgeleriyle farklılaşan reklamlarla afişe edilen, pratikteyse karşılığını aynılaşarak bulan bir hal almıştır. Sonuç olarak küreselleşmenin de etkisiyle kozmopolitlik kaçınılan, homojenlikse amaçlanan bir olgu haline gelmiştir. Fakat metropol kentler, yaşayanları ve çeşitlenmiş yaşam alanlarıyla bir anlam ifade eder. Dolayısıyla, her bireyin, kentin farklı katmanlarıyla kurduğu ilişki çeşitlilik arz eder. Iain Chambers’in vurguladığı gibi; diyaloğa girmek sadece kültürü, tarihi ve farklılıkları yansıtmakla kalmayıp aynı zamanda da bunları üreten bir dil duygusunun içine girmeyi, romantik dünya fikrinden kopuşu gerektirir; yaşamak, kendinizi daima farklı kimliklerin tanındığı, takas edildiği ve karıştırıldığı ama yok olmadığı bir sohbetin içinde bulmaktır.
Konut-ev kişinin çevresini algısında bir orijin niteliğindedir.* Kişi, bu orijin noktasında kendini bulur, bir nevi bedeni dışında, ikinci katmanı-kabuğunda hâkimiyetini konuşturur. Bir diğer katmana geçişte, yani sosyal yaşamda bireyselliğini ve özgünlüğünü muhafaza etmeye çalışır, mekânı kendileştirmenin yollarını arar. Aslına bakılırsa bu durum, yani kendini ve kimliğini yaşadığı mekânlara yansıtma insanın doğasında var olan bir olgudur. İnsan, çevresini ve özellikle konutunu kendi ihtiyaçlarına göre uyarlama isteğindedir. George Simmel, modern yaşamın en derin sorununu, bireyin, etkin sosyal kuvvetler; tarihsel miras, dışsal kültür ve yaşam tekniği karşısında varoluş özerkliğini ve bireyselliğini muhafaza etme çabası olarak yorumlar. Ancak, günümüzde kullanıcıların, konutun fiziksel düzenine yapabileceği direkt katkının azaldığı görülmektedir. Araştırma kapsamında, seçilen alanlarda kişilerin konutlarını kendilerine göre revize edip etmedikleri, varsa yapılan müdahalelerin ne yönde ve hangi sınarlara dayandığı incelenecektir. Bu bağlamda, İstanbul’da farklı yaşam biçimlerinin en çok barındığı bölgelerden olan Fener-Balat ve Galata bölgeleri potansiyel melez mekânlar olmaları dolayısıyla seçilmiştir. Ele alınan bölgelerde yapılan gözlemlerde, mekânların hibritliği göze çarpmıştır. Bu hibritliği oluşturan-tetikleyen dinamikleri içsel ve dışsal faktörler olarak irdelemek ve devamında “hibritleşmiş” konutlar ile bu dinamiklerin var olduğu ancak tetikleyici özelliğinin etkin olmadığı “standardize” kapalı site konutları kıyaslanacaktır. Kullanıcılarının herhangi bir etnik, dini veya ekonomik etken gibi belirleyicilerinin etkisiyle bir araya gelmiş olmamalarına rağmen nasıl bu kadar standardize olmuş yaşam alanlarında barındıkları, onları bu kadar homojenize eden etkinin ne olduğu araştırılacaktır.
Araştırma sonucunda, konut tiplerine, 21. yy kentsel ve küresel etkiler bağlamında, gerekliliği apaçık belirgin standardize olma durumunu, önerilecek esnek konut modelleriyle nasıl özgün kılınabilir sorusuna yanıt veren bir model oluşturmak öngörülmektedir.


* Perception _ Norlberg Schulz
>Göç, Kültür ve Kimlik _ Iain Chambers
>İstanbullaşmak _ Pelin Derviş, Bülent Tanju, Uğur Tanyeli

Kentsel Mekana Müdahale

22.11.2010

“ Kişinin, yaşamını sürdürmesini, yaşamın başkaları ile birleştirmesini, yeni yaşamlar ve sosyal kategoriler yaratmasını ve süreçleri anlamlandırmasını dolayısıyla dünya üzerinde bir kimlik ve yer edinmesini sağlayan fiziksel, sosyal ve psikolojik etkileşimi tanımlar… barınmak çevreyle kurulabilecek en yakın ilişkidir”(Saegert, 1985)

Fiziksel anlamdaki barınmanın yanı sıra, bireyin yaşam biçimini belirleyen özel ve kamusal mekanda bireye ‘özne’ olma rolünü sahiplendiren barınma kültürü 20. yüzyılda tamamen belirginleşen bir değişime gitmekte ve teknolojinin gelişmesi, yeni endüstriyel üretim biçimleri ve küreselleşme ile yaşam standartlarındaki etkilerini göstermektedir. Saegert’in tanımladığı çevreyle ilişki kurma, bireyin ‘özne’ rolünü edinmesiyle arttırılıp çeşitlenebilecek bir olgudur. Aslında eylem özgürlüğü kazandıran barınma kavramı, öznenin edindiği rolle özgürlük alanını belirlemesi, hak sahibi olması ve müdahale edebilmesi ile var olan potansiyeli geliştirici unsur haline gelir. Böylelikle çevre ile kurulan ilişkinin arttırılması sürecinde, bireyin hem bireyselliğini muhafaza edip, hem de dahil olması-müdahil konuma gelmesi, kamusal mekanın dinamiklerindendir. Kamusal mekan özneleştirici potansiyel taşıdığında ya da özneleştirici potansiyel taşımasına yönelik küçük ölçekli bir müdahale ile dönüştürüldüğünde kişinin müdahil olma süreci başlar (Kalfa, 2008).

Kişinin kamusal mekana dahil olması mekanla kurduğu ilişki, mekana dair oluşturduğu bellek ve özne-nesne ilişkisiyle betimlenebilmektedir. Fakat günümüzde bireyin özneleştirilmesinden çok, denetim ve yönetimin müdahil olması, kentin gelişiminde sosyal, ekonomik, politik duruşların bu ilişkileri sağlamaya çalışması, bireyi kamusal mekanda pasif duruma düşürmektedir.

“Bugün kenti kurmaca bir anlam dünyasına taşımaya çalışan 19. yüzyıl kentleşme modelini andıran bir durumla karşı karşıyayız. Kamu uygulamaları bir taraftan eşitsizlik yaratan bir genel geçerlilik alanına kavuşurken, kentin dönüşümüne yol açan uygulamalar da temizlik, güzelleştirme, suç ortamlarını yok etme gibi söylemlerle hakimiyetini pekiştirmeye başlıyor. Kent yeniden ortaçağ kalelerinin içine çekiliyor. Bütün emlak ilanlarında barok kentin bir uzantısı olan kamusal mekanın ölümü açıkça ilan ediliyor” (Gümüş, 2007, Arkitera söyleşi)

Günümüz konut ve kamusal mekan anlayışında pazarlama, idealizasyon, ekonomi, güvenlik gibi filtrelerden geçirilen algı, bu etkileşim sürecinin sonuçlarını bireyin algı ve anlamlandırma sürecini değiştirerek kabullenilmiş bir kalıp ve paket olarak benimser. Böylelikle bireylerin içsel ve dışsal ihtiyaçlarını kapsayan denklem girdileri değişse de ulaşılan ürünlerin tektipleşmesi, ürünlerin çeşitlenebilmesi için farklı ve uyarıcı filtre gereksinimleri doğurur. Bu uyarıcı filtreler aslında amaçlanmış fiziksel kurgulardır. Bireyin mekanla etkileşiminde gerekli olan fiziksel kurgu üç şekilde ele alınabilir.

- Planlanmış mekan / olasılıklara imkan vermeyen

- Rastlantısallığın ön plana çıktığı mekan / kendiliğinden oluşmuş mekan

- Tasarlanırken boşluklarıyla olasılıklara imkan tanıyan mekan

Bu süreçte amaçlanan, tasarlanarak olasılık arttıran fiziksel kurgu bütününde, evi bir müdahale hakkı olarak görüp, bu hakkı kazandıracak olasılıkların artmasına imkan veren tasarlanmış boşluklarla ve mekanlarla bireyin rolünü aktif duruma dönüştürmek ve evin kamusal alanda yer edinmesini irdelemektir. Bireyin algı ve anlamlandırma mekanizmasına dayatılan filtrelere karşılık, mevcut durumu sorgulayan, bu sürecin evrilerek oluşmasına ve kullanıcı müdahalelerine imkan veren modeller üzerinde çalışmaktır. Evin kamusal alana ne kadar dahil olabileceği ve bu yolla kullanıcının ev içindeki müdahil rolünün ne ölçüde geri kazanılabileceği başlıca sorulardır.

Kaynakça:

- Toplu konutlara karşı kişiye özel tasarlanan ev / Onat Över, 2008

- Türkiye’de kamusal mekana yapılan yeni bir müdahale önerisi olarak ‘imkanmekan’ / Bilge Kalfa, 2008

- Metropolde çeşitlenen hane halkları ve konut / Nilay Ünsal Gülmez, 2008

- Evin anlamı ve kentlileşme süreçleri / A. Arda İnceoğlu, 1999

- www.arkitera.com / Söyleşiler

Selin Şentürk

502101098

Ali Önalp

502101052

hakan, hande.

KENTSEL KONUT_YENİDEN, BUGÜN.

İSTruktur

Kentsel konut temasını irdelemeye en temelden, insan ve insan algısından başlamış olmak çerçeveyi geniş tutmamıza katkı sağladı. Henri Bergson’un savunduğu beden ve tin ilişkisini, sembolik anlamıyla, beden ve konut, konut ve kent hiyerarşileriyle çakıştırıp; bu düzlemler arasındaki ilişkileri sorgulama fikri ilgi çekiciydi. Ben’i, dolayısı ile bedenimi, daha sonra konutumu ve kentimi merkezim olarak kabul ediyordum. Madde ve bellek’te, Bergson, “Nesneleri harekete geçirmeye yönelik nesne olan bedenim, demek ki bir eylem merkezidir...” (1) diyerek; bedenin eylemi, “iç” ve “dış” arasındaki etki tepki süreci sonunda gerçekleştiğini söylüyor. Peki, tin fiziksel duruma göre bedenin içerden eylemine önayak oluyorken, beden ihtiyaç durumunda konutun eylemini nasıl sağlayabilir? Bu, nasıl bir eylem olabilir, gerekli midir, kentin hangi problemine cevap olacak, ona ne katkı sağlayacaktır?

İstanbul, 20. yy’ın ikinci yarısından itibaren hızla büyümeye başlamış ve hala büyümeye devam eden bir kenttir. Nüfustaki düzensiz ve kontrolsüz artış, kentin fiziksel olarak biçimlenmesinde de belirleyici omuştur. Sürekli olarak üstüste ve yanyana gelişigüzel eklemlenerek, hiç eksilmeksizin artan yapı stoğu, kenti statik bir beton yığınına dönüştürmüştür. Bu yapı stoğunun en büyük bölümünü konutların oluşturduğunu ve bu anlamda yapılmış hemen hemen hiç bir müdahalenin, imha edilmediği sürece geri dönüşümlü ya da esnek olamadığını düşünürsek, kentin ivmeli artan hantallığında konut üretiminin rolünün büyük olduğunu görürüz.

Çoğu fizikçi gibi Stephen Hawking’de atomaltı dünyada, gözle görünmeyen solucan deliklerinin varlığını kabul ediyor: “The truth is that wormholes are all around us, only they're too small to see”.(2) Zaman yolculuğunun (hatta “ışınlanmak” diye bilinen, anlık mekan değişimlerinin) ancak bu solucan deliklerini kullanmayı başardığımızda mümkün olacağını söylüyor. Bu deliklerden birine girersek, uzayın bambaşka bir noktasından bambaşka bir zamanda çıkmamız mümkün olabilir.

Bu kurgunun biraz farklı ama daha somut hali İstanbul’da karşımızda. Kent her ne kadar yoğun, sıkışmış ve katı görünse de, özellikle konut yoğunluklu bölgelerde çok sayıda kentsel boşluklar mevcut. Sadece zeminde değil, 3. boyutta da var olan, kentin başka noktalarındaki “kentsel hava kabarcıkları”, konuta hareket alanı sağlayacak bir ağ oluşturabilir mi?

...

Öneri, dinamik olmalı. Kullanıcılarının ihtiyacına ve ortak iradesine göre yer değiştirebilecek, dönüşebilecek, dolayısı ile en azından kentin içinde bulunduğu bölgesinde de, görsel ve fiziksel dinamizmi sağlayabilecek şekilde hareketli olmalı.

Modülerlik, bu dinamizmin kurgulanmasında iyi bir yöntem olabilir. Ayrıca tariflenecek standartlarda birimlerden oluşacak olan konutlar, kullanıcının merkezini, yani evini değiştirmesi gerektiği durumlarda, sadece lokasyonunu değiştirmesini, ev’ini gideceği yere götüreceği için aslında merkez’inin aynı yerde kalmasını sağlayacak. Bu sistem, yatayda ve dikeyde gridlerden oluşan sürdürülebilir bir strüktür ve bu strüktüre bağlı olarak eklenip çıkarılabilen, onun üzerinde hareket edebilen modüllerden oluşmalı. Bölgenin potansiyeline göre büyüklüğü ve barındıracağı modül sayısı da değişebileceğinden, bu esneklik, kendi bağlamını oluşturacaktır.

Modüler ve hareketli konut kavramı, mülkiyet anlamında da yeni bir bakış gerektirecektir. Kente, dolayısı ile kamuya ait olan bu boşluklara yerleştirilecek olan strüktür, yine kamunun yani kullanıcının ortak ürünü olacaktır. Kullanıcı sadece kendi konutunun şahsi sahibi olacak, bir strüktürden başkasına konutunu taşıma özgürlüğü belirli standartlar dahilinde hep olacaktır. Dolayısı ile kullanıcı toprağın değil, yaşadığı yerin sahibidir artık.

Şu aşamada, öneriye model oluşturması açısından, İstanbul’un konut anlamında yoğun denilebilecek, kullanıcı profilinin spesifikleştiği bölgelerinden olan Beyoğlu-Cihangir’deki nitelikli kentsel kabarcıklar tespit edilecek, bu strüktür ve konut sisteminin uygulanabilirliği araştırılacaktır.

(1) “Tasarım imgeleri ayıklamasına dair: Bedenin işlevi” Henry Bergson, 1896

(2) STEPHEN HAWKING: How to build a time machine” Dailymail, 3rdmay2010

502101080_Hakan KELEŞ

502101081_Hande GÜNER

+500

KONUT u diğer mekanlardan farklı kılan tanım egemenlik alanı olmasıdır.
İşlevi, fiziksel (esneklik, büyüklük..) ve anlamı ise psikolojik boyutudur. Sınırlar
- psikolojik boyutta duygusal, özdeşleyim ve bağlanma durumunu doğurmaktadır.
Kişisel mekan için kullanıcı ihtiyacına göre kişiselleştirme
veya sosyal açıdan birlikte ve yalnız yaşama olanak sağlamak hedeflenmektedir.

Tüm fonksiyonların toplandığı küçük dünyalar var, teknoloji ve hizmet arttıkça hareket ve iletişim azalabilir; dünya etrafında dönen insan otursun artık, şimdi dünya onun etrafında dönüyor diyebilir miyiz?.
Barınma ihtiyacı doğal çevreden korunma güdüsüyle yola çıkan insanları bir arada yaşadıklarında yapma çevrelerine hapsetmiş ve büyük şehrin büyük kısmında doğayla ilişkisi kopmuş mudur? Görecelilik, kimi zaman görmemezlik ve
teknoloji ile kendi dünyasında yaşayan insan, sınırlı mekanların içinde hapsolmuş gibi gözükse de, mekanın algılanması ve anlamlandırılmasında sınırlar var mıdır?

Yap-sat ile yozlaşan ambalajda standarda oturmuş gözüken standartsız ürünleri alma hayaliyle-öğretilmiş çağresizlik- yaşayan ev-iş-araba güdümlü prototipler tüketim nesnelerinde sunulanın haricinde bir nitelik aramamalı mıdır? Toplu konutların şehir dışına
itilmesiyle tecrit edilmiş, gelir düzeyi düşük ve farklı olarak nitelendirilen insanların dışlanması durumu mevcuttur. Saklı haklarını; bir kültür olarak yeniden yoğurarak geliştirme, koruma çabaları; hiç de adil olmayan hukuk dışı saldırılarla
yok edilmiştir. Kullanıcı-konut, kullanıcı-kullanıcı, kullanıcı-yakın çevre-iç/dış mekan ilişkileri farklı mekan ve zaman dilimlerinde gittikçe ne ölçüde, hangi boyutta ilişiksizleşmektedir?
Gelir düzeyi ne olursa olsun çevresel algıda; şehrin görsel kirliliği, gürültü, kirli hava, trafik yoğunluğu, su-deniz kirliliği ve güvenlik sorunları herkese etki etmekte ve yaşam kalitesini etkilemektedir. Şehrin olumsuz yönleri insan
ilişkilerini ve yapı tipolojilerinde dışa kapalılığı arttıran unsurlardır. Farklılıkların oluşturduğu kent kavramında birlikte yaşamın sorumluluk gerekliliğidir. Tarihi katmanları kozmopolit yapısı ve sanayisiyle durağanlıktan uzak yaşayan
şehirde yaşamak nasıldır? Şehrin katmanlarının, yapı taşlarının ve/veya politika-ranta kurban edilerek yenileme-yok etme mantığıyla verilen kararların, Tarlabaşı, Sulukule, Süleymaniye bölgelerinde kültür erozyonu ve farklı tipolojilerin
yok edilmesine sosyal adalette eşitsizlik ve dışlanmışlık hissine yol açmıştır. İstanbul’un konut sorununun yalnızca Metropoliten alanla sınırlı olmadığı bilinci ile bölgesel, ulusal ölçeklerde de önlemler alınması; tüm şehirlere homojen yatırım politikalarıyla hizmet ve istihdam sağlanamamasının yanı sıra eğitim
hızı ve gayrisafi milli hasılanın, sağlıksız nüfus artışı hızına yetişememesi; şehir çevresindeki endüstrileşmenin de çekim merkezi oluşturarak, göç olgusuyla kentleşmede konut ihtiyaç ve üretimini arttırmaktadır. Kaçak yapılara,
gecekondulara tapu dağıtılarak teşvik edilen bu yol ise kentlere karşı kullanılan müşfik olmayan bir siyaset aletidir.
Ekonomik ve politik çıkarların öne çıktığı durumlarda kamusal alan olarak ayrılan alanların, kentsel mekanların - çoğu kat sınırı kaldırılmış AVM rezidans fonksiyonlu gökdelenlerin dikilmesiyle - ranta kurban edilmesi. Bu günkü gerçekler
belki de insanın bencil çıkarcı bir yaratık olduğunu mal ve/veya oy gibi kaygılarla, limit-siz kenti bi-başına, bi-çare koymuştur. Şehir ve insan yaşam kalitesinin düşürülerek özgürlüğün başkasının hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı yerde
bittiği gerçeği unutularak hakların kısıtlanması durumu doğmaktadır. Duyarlılık gerektiren diğer iki durum ise yakın geçmişte yinelenen acı deneyimleri sonucunda dahi güvenlikli yapılaşma, afete dayanıklı yapılarla yaşam için güvenli
konutlar planlaması gerekliliği ve doğal kaynakların kullanılmasıyla; döngünün-hayatın- devamlılığı için gerekli geri dönüşümlülüktür.

İnsan; ruh ve bedenden ibarettir. Öyleyse kişiye beğımlı olan ruhtan ziyade bedenin, kullanıcının sınırlarını değiştirmek için zaman ve mekanın sınırlarının yeniden tanımlanması sorunsalı mevcuttur. İnsan_hareket_boşluk ilişkisi
üzerine gidilmektedir. Mekanın fiziksel ve algısal değişkenleriyle etkileşim sistemi kurularak, tasarım yapısı oluşturulması ile uyumsuzluklara meydan vermeden verimli süreçlere altyapı oluşturulmalıdır. iletişim merkez/mekan-zamandan bağımsızlık ama kişilerin mekana bağlı olma gerekliliği, standartlaşma
ve modülerlik-kişiselleştirme çabaları, amaçsonuç çalışma tarzının yanısıra insan çevre ilişkilerinde ruhsal boyutun önemi gibi bağlamlar güümüz çelişkilerini vurgulamaktadır.

sinem topal
502101103

GÜNÜMÜZ TOPLU KONUT ANLAYIŞI (TOKİ),ÇELİŞKİLER VE BEKLENTİLER İLE OLUŞABİLECEK BİR MANİFESTO

KENTSEL KONUT, YENİDEN, BUGÜN, İSTANBUL

MTS Proje I

Erdem DOKUZER, Ezgi BAY, Haldun İLKDOĞAN

GÜNÜMÜZ TOPLUKONUT ANLAYIŞI (TOKİ),ÇELİŞKİLER ve BEKLENTİLER İLE OLUŞABİLECEK BİR MANİFESTO

Bir kentin sürekliliği, doğması, büyümesi ve canlılığını yitirmesi durumu içerdiği dinamik yapının bir sonucudur. Kentler ekonomik, politik, sosyo – kültürel ve teknolojik gibi unsurların dönüşümsel etkisi altındadır. Dolayısıyla, dinamiklerin ne olduğu dahası dinamik kavramıyla kent kavramının bütünleşmesinin nedenleri ve dinamikler arasındaki etkileşimi ortaya koymak, anlaşılması ve çözümlenmesi karmaşık olan kentlerin çalışma konusuna yardımcı olabilecek detayların ortaya çıkarılmasında bir yöntem olabilir.

Hegel’e göre bireylerin barınma eylemini gerçekleştirecekleri konutlara ve kendi varlıklarını deneyimlendirecekleri bir varlık alanına, topluma ihtiyaç
duyduklarından bahsedebiliriz. Öyle ki bu nitel ve nicel ihtiyaçlar kentlerin kurulmalarına kadar geçen süreç içerisinde toplumlaşma bilinciyle beraber tekilden çoğula doğru yaşanan sosyal evrimi tetiklemiş, toplumlardaki organik dayanışmayı bir araya getirmiş ve daha karmaşık dinamikleri barındıran kentlerin oluşumuna zemin hazırlayabilmiştir.

Dinamik kavramı, kelime anlamıyla hareketli, her an değişen ve durağan karşıtı olarak tanımlanmaktadır ve devinimsel sözcüğüyle eş anlamlıdır. Devinim kavramı ise yalnızca fizik kanunlarına bağlı olmayan, aynı zamanda etkin bir gücü, bir amacı da içeren anlamına gelmektedir. (TDK) Kent kavramına bakacak olursak, nüfusun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliğin olmadığı yerleşim alanları olarak tanımlanmaktadır.(TDK) Kent kavramının Cambridge sözlüğündeki karşılığı ise, yüksek nüfusun yaşadığı yerleşim alanı ve finans merkezi olarak geçmektedir

Esas konumuz kentsel konut dediğimizde ise insanları yerleşik hayata geçiren ve birlikte yaşamaya yönlendiren en temel olgu olan, bireylerin barınma eylemini gerçekleştirdiği konutun çeşitli dinamikler -- küresel ekonomi(rantın artışı),dünya kenti olma olgusu(yaşanılabilirlik,kent temsili,kentsel kimlik,kültür endüstrisi),farklılaşma arayışı(kentsel hafıza,kültürel miras,sürdürülebilirlik),yeni ortaklar ve katılım,yeni endüstriler(bilgi üretimi, ileri teknoloji,profesyonellik),sosyal-parçalanma(eşitlik,erişebilirlik,duyarlılık,denge,dahil etme,iyileştirme)--etkisiyle bir şekilde farklılık kazandığını görebiliriz.

Bir diğer farklılaşma ise ; küreselleşmenin rekabet getiren süreçleri, kentsel mekanda toprak üzerinden edilen rantın oransal olarak artmasına neden olmuş olabilir. Topraktan üretilen ürünün değil de toprağın kendisinin bir değeri olmaya başlamıştır.

Temanın zaman sürecinde nasıl gelişip değişmiş olduğuna bakacak olursak; bireysel üretim, 19 yy’da başlamıştır. Yapı kooperatifleri yolu ile üretim, 1930 larda dar gelirliler için başlamış, lüks konut üretimi sayesinde, rant sahibi olmak isteyenlerin organize olmasına dönüşmüştür.Ardından yap-satçı üretim, 1950 lerden sonra yaygınlık kazanmış, 1954’de kat mülkiyeti kanununda yapılan düzenlemeler, 1965 kat mülkiyeti yasasının çıkmasıyla en çok konutun ortaya çıktığı süreç olmuştur. Toplu konut şirketleri ile üretim, 1981’de devlet tarafından başlatılmış daha sonra büyük şirketler için bu pazar cazip hale gelmiştir.Yapı kooperatifleri - yerel yönetimler ile üretim, arsa yönetimi ve projelendirme konusunda yerel yönetimlerin yönlendirici olduğu yapım sırasında, süreci kooperatife devreden ve şuanda küçük oranda varlığını sürdüren bir üretim şeklidir. Günümüzde daha yaygın bir biçimde toplu konut ihtiyacı, devlet eli ile- TOKİ-gerçekleşmekte ve eşzamanlı olarak son 20 yılda İstanbul’da planlama konusundaki basarısızlıklar karşısında önerilen çözümlerin neden belediyeleri günden güne güçlendirdiğini ve yetki artımı sağladığı sorusunu doğurmaktadır.

Toplumsal nitelikli bir ihtiyaca karşılık gelen konut kapitalist ilişkiler içinde metalaşarak yapısal bir soruna dönüşmüş ,ayrıca toplumsal ilişkileri de zayıflatmıştır. Hızla artan nüfus ile değişen kent, sabit mekanlar yerine değişikliklere hızlı cevap verebilen esnek mekanlara ihtiyaç duymuyor mu? Bu artış sonucu bilinçsizce büyüme ile karşı karşıya kalan ve bu denli kendine has koşulları olan İstanbul, kentsel yaşantıda kendine nasıl çıkış noktası yaratamaz? Daha yaratıcı bir mimarlık ortamı ile daralan kentsel mekanı nasıl genişletebiliriz? Bu kadar yapı üretimi söz konusuyken neden mimarlık bu denli yetersiz?

İnsanca yaşanılabilir kent için toplumsal bilinci harekete geçirebilecek bir manifesto düşünülebilir mi?

Kaynaklar,

Yıldız H. Eyüce A, 2007, Kültür ve Mekan Toplantıları.

Toplu Konut Kanunu,

Kara M. Palabıyık, H, 2003, 1980 Sonrası Türkiye’de Konut Politikaları

Kleinman, M, 2002, “ The Future of European Union Social Policy and Its Implication for Housing”, Urban Studies.

Keleş, R, 2008, Kentleşme Politikası, Ankara

Eraydın A. 2003, Değişken Mekan, “Mekansal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Yorumlar”

Henri Laborit, 1990, “İnsan ve Kent”, İstanbul

Mts Proje1 500 Kelime Ayşe Büşra SAYINER & Orkan Zeynel GÜZELCİ

İstanbul’un küresel kent olma sürecinde kültürel, ekonomik ve siyasi etkiler ile beraber değişen konut üretim biçimleri İstanbul’un bugünkü yapısal örüntüsünü meydana getirmiş, yeni dinamikler doğurmuştur. Bu dinamiklerin birbirleriyle olan etkileşimlerinin bir ürünü olarak dengesiz gelişimler, niteliksiz yapılaşma ve kentsel ayrışmalar meydana gelmiştir.

İstanbul’da kentsel konutun ve kentsel toprağın bugünkü ekonomi politiğini ve üretim biçimini anlamak için, kapitalizmin süregelen işleyişine ve kentteki sermayenin değişim evrelerine yakından bakmalıyız. 1923-1955 yılları arasındaki dönemde devlet ve büyük sermaye tarım ve sanayi sektörlerini destekliyordu, bu da kentin gelişimini yavaşlatıyordu. (1) 1955-1980 yıllarında modernleşme süreciyle tarımın makineleşmesi, tarımda insan işgücü gereksimini azaltmış, böylece kırsaldan kentlere göçler olmuştu. İstanbul bu göçler karşısında kentsel altyapı, sermaye birikimi ve kentsel toprağın tanımı konularında hazırlıksızdı. Göçmenler, konut ihtiyaçlarını karşılamak için kent içindeki boşluklarda ve kent çeperlerinde gecekondu bölgelerini yaratıyor ve çeşitli sektörlerde ucuz iş gücü sağlıyordu. Bu dönemde küçük sermayenin girişimleriyle yap-satçılık yaygınlaşıyordu. Apartmanların yapım sürecinde daire sahipleri daire bedelini taksitlerle ödüyor, gerekli sermaye akışı sağlanıyordu. Benzer sistemle büyük sermayelerle düzenli geliri olan gruplara kooperatifçilikle konut üretiliyordu. Kentsel konut üretiminin hızlandığı, kentsel toprağın değerlendiği ve nüfusun arttığı bu dönemde iktidarların yetersiz düzenlemeleriyle beraber yasal/kaçak konut yapılaşmaları kentin kargaşa içinde gelişmesine neden oluyordu. Öte yandan İstanbul küresel kent olma sürecinde ilerliyor, kentsel artı değer ve rant üretiyor, küresel baskılara maruz kalıyordu. (2) 1980 sonrasında izlenen neoliberal politikalarla kentsel rantın değeri daha da artıyor ve gayrimenkul sektörü yüksek karlar getiriyordu. Sermaye birikimleri gayrimenkul sektörlerine kayıyor, yeni konut üretimleri tetikleniyordu. Kentin karmaşasından uzaklaşmak ve steril bir sosyal hayat isteyen üst gelir grubuna yönelik kapalı lüks siteler kentin çeperlerine kuruluyordu. Devlet sermayesi de konuta yatırım yapmış, TOKİ ile toplu konutlar üretmeye başlamıştı. Öte yandan gecekondulaşma kaçak yapılaşmaya doğru evrilmişti. Tüm bu süreçlerle beraber sermaye birikimlerinin kentte kullanım biçimleri toplumsal sınıfların ayrışmasını belirgin hale getirmiş, özellikle konut alanlarında ayrışmalar öne çıkmıştır. Gecekondular ve kapalı lüks siteler yan yana gelmekte, ancak birbirlerine sırt döndükleri yaşam biçimlerini doğurmaktadır. Kentsel konut alanlarının, dolayısıyla toplumsal sınıfların ayrışması ve etkileşimsizlikleri sosyal dengeyi etkilemekte, gerilimler yaratmaktadır. Kamusal donatıların niteliği bu ayrışma ekseninde bölgelere göre eşitsizlik göstermektedir.

İktidarların ve sermayenin kentsel artı değer üretme çabası imar kurallarının çiğnenmesi, yolsuzluklar, denetimsizlik, imar afları gibi durumlar yaratmıştır. Bu noktada sermayenin elinde şekillenen İstanbul’da sosyal ve fiziksel örüntünün neye dönüştüğü ise ıskalanmıştır. Kentsel yaşamın niteliğinin bozulması, ayrışmalar ve kentsel konutun beslendiği kentsel altyapıların yetersizliği gibi sorunlar ortaya çıkmıştır. Makro ölçekteki kararlarla yaratılan dengesiz ve yetersiz kent durumları karşısında, kentsel konuta mikro stratejilerle müdahalelerle bu sorunlara çözümler yaratabilir.

Konutun gayrimenkule dönüşmesiyle pazarlanış şekli oda ve banyo sayısına indirgenip, artı özelliklerin vurgulanmasına dayanıyor. Orta gelir grubu için pazarlanan konutlar çelik kapılı, yenilenmiş, depreme dayanıklı, otoparklı, metroya yakın gibi söylemler getirirken, üst gelir grubu için sentetik ideal hayatlar sunuluyor. Bu da bize “Konut+X” formülünü yaratır. Bu noktada yapıların yarattığı potansiyelleri yakalamak ve üretim mekanizmalarına dahil olmak, kentsel konutun niteliğini arttırma yolu olabilir. İstanbul’da kentli, cephelere reklam alınması, zemin katın otopark ya da ticaret birimi olarak kullanılması gibi yeni sermaye üretim yolları yaratmıştır. Buna ek olarak teras ve çatı kullanımları ve özellikle yapı adalarındaki iç boşluklar da artı değer üretecek potansiyeller taşımaktadır. Bu potansiyellerin yapı adalarına yapılacak yeni müdahalelerde göz önünde bulundurulması ve kentsel altyapıların da bu yapı adasına eklemlenebilir olması yeni tasarım kurguları yaratır. Böylece yapılar hem beklenen artı değeri üretir hem de nitelikli düzenlemeler sağlanır. Üretilen artı değer kentsel altyapı eksikliklerinin giderilmesinde ya da sosyal konut oluşumlarında kullanılabilir. Bu müdahale modeli kent merkezinde, gelişen bölgelerde ve yeni kurulacak bölgelerde uygulanabilir, bölgelerin yerel özelliklerine bağlı olarak değişimler gösterebilir ve fiziksel çevre ile sosyal yaşamın niteliğinin arttırılması sağlanabilir.

1. İstanbu’da Kentsel Ayrışma, Hatica Kurtuluş

2. İstanbul Küresel ile Yerel Arasında, Çağlar Keyder

Proje Ekibi:

Ayşe Büşra SAYINER - 502101055

Orkan Zeynel GÜZELCİ- 502101092

“...modernist yaklaşımın yavaş yavaş gecekonduyu, kentin ikili yapısını, ulaşım sistemi ile müziğini kabul etmesi zaman alacak, olgunun fiziksel bir sorun değil, sosyal bir gerçeklik olduğu sonunda kavranacaktır.” ( Tekeli,2007)


Toplumsal yaşayışların ortak eylemi olarak barınma; güvenlik, aidiyet, sosyal ve kültürel yaşam, ekonomik yapı vb ile birleşerek konut kavramını ortaya çıkarıyor. Kentsel konutun kırsaldaki örneğinden farkı bu noktada kendini belli ediyor, iletişim yadsınamaz bir önem kazanıyor. Konut kavramı, söz konusu eylem ve yaşayış biçimlerinin mekana yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada kent olmanın getirisi, ekonomik boyut göz ardı edilemiyor, kapitalizmin rantı konuta sürmesi, konutun değdiği her eyleme bir paha biçiyor ve ekonomik dengesizlikler, yaşam biçimleri arasındaki farklar halini alıyor.

Kentsel konuta İstanbul ölçeğinden baktığımızda ortak kaygımız aynı yönde oluyor; kırsaldan İstanbul’a yapılan göçün getirdiği tanımlanmamış kent dokusu ve durumun toplumsal yapı üzerindeki olumsuz etkileri ile kente entegre zorluğu başlıca sorunlar olarak beliriyor. Şimdiye kadar yapılan analiz ve araştırmalar, var olan kopukluğun farklı zaman ve koşullarda oluştuğunu ve farklı ekonomik yapılar meydana getirdiğini ortaya koyuyor.

Çalışmalar için pilot bölge olarak seçilen Küçükçekmece-Halkalı, üstte belirtilen durumları birebir örnekliyor. Bölgede orta-üst ve üst gelir grubuna ait kapalı site ve toplu konutlar bulunurken, orta-alt ve alt gelir grubuna ait gecekondu ve sanayi bölgeleri de yer alıyor.

Bölgenin oluşum süreci incelendiğinde, sanayi çevresinde oluşmaya başlayan gecekondu alanını (Mehmet Akif ve Atatürk mahalleleri) rant kavramının devreye girmesiyle toplu konutların etaplar halinde izlediği görülüyor. Fiziksel olarak Mehmet Akif ve Atatürk mahalleleri bir taraftan TEM otoyoluna, diğer taraftan toplu konut bölgelerine dayanıyor ve kesin sınırlar içinde sıkışıp kalıyor. İki bölgenin arasından geçen geniş cadde ise bir bıçak görevi görüyor ve iki tarafın birbirlerine değmelerini engelliyor. Bu durum ise iki taraf arasında bir öteki, yabancı olma durumu ortaya çıkarıyor[1]. Buna karşılık aynı yol iki bölgenin aynı noktadan kente bağlanmasını sağlıyor. Kullanıcılar açısından bakıldığında, zorunlu olarak bazı kamusal mekanları ortak kullandıkları gözleniyor(Toplu Konut Lisesi,karakol, bankalar vb.) Fakat belirtildiği üzere durumun bir zorunluluktan kaynaklanması birbirlerinin hayatlarına dahil olmalarını engelliyor, bir anlamda sadece birbirlerinin hayatlarına değip geçiyorlar. Bu noktada akla gelen çözümlerden biri iki farklı yönetim birimi oluşturup bir tarafın diğerinden daha fazla hizmet almasını engellemek oluyorsa da bölgenin bir bütün olarak çözüme ulaşması hedefi bu düşüncenin terk edilmesini sağlıyor[2]. Var olan bir diğer sorun ise ekonomik boyutla ilişkili olarak toplu konut tarafının Mehmet Akif ve Atatürk mahallelerine uyguladığı baskı ve güç olarak karşımıza çıkıyor, örneğin toplu konut sakinlerinin talepleri üzerine otobüs güzergahları onlara daha yakın olacak şekilde yeniden düzenlenebiliyor.

İki alan arasında tampon görevi görecek bir bölge olmadığı ve bu cılız zorunlu ilişki güçlendirilemediği takdirde, hizmetlerin ve gelişmenin tek taraflı devam edeceği görülüyor. Bu noktada kentin geri kalanıyla olan ilişki de göz önünde bulundurularak İkitelli caddesi ile Halkalı Yolu arasındaki alan tampon bölge, bir nevi arayüz olarak belirleniyor ve ayırmadan ziyade birleştime işlevi kazandırılması amaçlanıyor. Diğer gecekondu bölgelerinden farklı olarak burada yeni yapılan konutlarda kat mülkiyeti tapusu alınabiliyor, bu da bölgeyi geçici bir konut kavramından kalıcı bir kimliğe taşıyor. Genellikle ikinci ve üçüncü kuşaklar toplu konuttan satın aldıkları evlerde yaşıyor. Zıt bir durum Ankara Dikmen Vadisi kentsel dönüşümünde ortaya çıkıyor, kendilerine gecekondu karşılığı verilen apartman dairelerini kiraya verip başka bir bölgedeki gecekonduda yaşamayı tercih ettikleri gözleniyor[3]. Bu iki durumun karşılaştırılması sonucunda, söz konusu tampon bölgede iki tarafın sakinlerinin bir araya gelebilecekleri ortaya çıkıyor.(Bu konuda 5 aile üzerinde gözlem yapılmıştır.)

Yapılan aktivite analizlerinin sonuçlarına bakıldığında, toplu konut sakinlerinin alandaki kültür merkezini kullanarak sosyalleşme imkanı buldukları gözleniyor, diğer taraftan Mehmet Akif ve Atatürk mahallelerinde ise sosyal aktiviteler ev gezmeleri, halı saha maçları ve köy derneklerinde vakit geçirme şeklinde karşımıza çıkıyor. Toplu konutların bu kendi içindeki aktiviteleri ve yolun karşı tarafı ile “karşılaşmalar” dışında bir araya gelmemeleri aslında büyük bir kapalı siteyi çağrıştırıyor. Bu durumda iki bölge arasında güçlü bir ilişki kurmak, aralarında, sadece ortalama ekonomi şartlarında konut üretimi ile sağlanamıyor. Kaldı ki bu bölgeleri sadece fiziki koşullarda değerlendirmek “dwelling” kavramını karşılamıyor. Yaratılmak istenen arayüz sayesinde bölgenin bir bütün olarak, sosyal ve kültürel boyutlarıyla ele alınması amaçlanıyor. Böylece hizmet ve yatırımlar dengelenerek “ikinci” bölgenin köşeye atılmış değil kente dahil olmuş bir konut alanı olması hedefleniyor.



Çağın Tanrıverdi
Koray Topçu
Görkem Rabia Kanat
[1] “Ağ Toplumunun Yükselişi”, CASTELLS, Manuel, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005
[2] Mehmet Akif Mahallesi Muhtarlığı, Atatürk Mahallesi Muhtarlığı Nüfus bilgileri
[3] Küresel Rekabette Bir Araç Olarak Kentsel Dönüşüm Uygulamaları” , GÜNEY, Özlem

evin evrimi

Bir hafta önce ‘’Ev’’i bağlamından koparmaktan bahsetmiştik.

Evi etkileşim içinde olduğu çevrenin dışında yeniden kurgulayabilir miyiz?

Günümüzün konut üretim şekilleri bizim birey olarak barınma ihtiyacımıza nasıl çözümler sunuyor?

Gibi soruları tartışmaya çalışmıştık.

Bu hafta bulunduğumuz zamanda kentsel konutu tartışmak için onun geçirdiği evrimlere bakmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü insanoğlunun barındığı yer olan ‘ev’ kavramına bakış açısı tarihte bir noktada bir sıçrama ile değişime uğramıştır. Bu tarih çok kabaca sanayi devrimi ve sonrasında kitle üretiminin hızla insanın günlük yaşamını değiştirmesi ve modernizm sürecinin başlamasıyla aynı tarihtir.

Modern mimari bireyi onu en çok ilgilendiren yapı olan evden uzaklaştırır ve onu sayısal ölçütlere göre değerlendirmeye iter. Konut bugün çok hızlı üretilebilen, alınıp satılan bir metadır. Günümüzün konutlarının seri üretim şeklinin temelleri ise modernizm döneminde atılmıştır. Modernist tavrı sadece bir mimari estetik anlayışı olarak değerlendirmek mümkün değildir. Nitekim bu akımın öncülerinden olan Walter Gropius: ‘inşa etme sanatı salt teknik bir problem değildir bir yaşam ve ekonomi organizasyonu problemidir’ demiştir.

Bu noktada konutun geçirdiği evrimi anlayabilmek için o yıllarda bireye nasıl bir yaşama şekli biçildiğini incelemek gerekir

David Harvey Fordizmi anlattığı yazısında fordizmin başlangıç yılını 1914 olarak kabul eder. Bu tarihte Henri Ford kurmuş olduğu otomobil montaj hattında çalışan işçilere çabalarını karşılığı olarak 8 saatlik bir iş günü için 5 dolar ücret vermeye başlar. Aslında bu dönemde yönetim, tasarlama, denetim ve uygulama arasındaki ayrışma ve bunun hiyerarşik toplumsal ilişkiler ve emek sürecindeki vasıfsızlaşma açısından sonuçları bir çok sanayi dalında çoktan yerleşmişti. Forda özgü olan şey ise vizyonuydu:

Ford, Kitle üretiminin: kitle tüketimi, emek gücünün yeniden üretimde yeni bir sistem, emeğin denetiminde ve yönetiminde yeni bir politika kısacası rasyonelleştirilmiş, modernist, popülist yeni bir tür demokratik toplum demek olduğunu açıkça görmüştü.Ford’un sistemi işçilerin büyük şirketlerin gittikçe daha büyük miktarda piyasaya sürmeye hazırlandıkları kitle üretimi ürünlerini tüketmek için yeterli bir gelire ve boş zamana sahip olmalarını sağlamayı hedefliyordu.

Kitle üretim ürünleri böylece hayatımıza çok güçlü bir şekilde girmiş oldu. Bu satırı okuduğunuz anda durup etrafınıza bakarsanız günlük yaşantımızda kullandığımız nesnelerin neredeyse tümünün kitle üretimi olduğunu görürsünüz. Boynunuzda kendinizin ördüğü bir atkı varsa kitle üretimi değildir ve Taşkışla binası da kitle üretimi ürünü değil. Peki yaşadığımız evler? Modernizm bireyi evinden uzaklaştırdı derken anlatılmaya çalışılan ile tam bu noktada yüz yüze geliriz

Ford’un ‘T’ modeli kitle üretiminin ilk örneklerindendir. 1920’lerin Le Corbusier gibi Avrupalı avangart mimarları Ford’un T modelini öncülüğünü yaptıkları modern mimarlığın örneği olarak alırlar ve binaları Ford’un T modelini yaptığı gibi kitle üretimi ile inşa etmek gerektiğini savunurlar. Mimarlığa ve T modele aynı standardı veren T modelin faydacı bakış açısıdır.

David Gartman bu etkileşimden ‘From auto to architecture’ isimli kitabının girişinde bahseder ve ekler:

‘Evet, Amerikalılar T modeli sevdiler. Büyük kitleler uygun fiyatlı olduğundan T modele sahip olabiliyor ve bir yerden bir yere hızlı ve kolayca gidebiliyorlardı. Ancak hiçbir zaman onun düz, siyah dikdörtgensi görüntüsünü idealize etmediler. Otomobil tarihi araştırmalarımdan biliyorum ki; Amerikalılar T modeli çirkin buluyordu ve onu daha stilistik kıvrımları olan ve iyi dekore edilmiş bir general motors otomobiline değişirlerdi.’

Bu noktada mimarlık kavramını yeniden düşünmek gerekirse; bana göre mimarlık bir organizasyondur. Kitle üretimi ürünü ise devinim içerisinde olmayan tek işlevli bir nesnedir. Kitle üretimi ürünü özü gereği kullanılır ve atılır ki yenisi üretilebilsin. Ev ise hiçbir zaman oluşunu tamamlamış olamaz. Kullanıcısı ile birlikte sürekli bir devinim içerisindedir. Bu açıdan bakıldığında günümüzün birincil konut üretim şekli olan toplu yaşam alanları evin özüne ters gibi görünüyor. Bitmişlikleri barınmanın ötesinde bireye bir yaşam tarzı biçmeleri ve evin sahibiyle birlikte evrilme olanağını neredeyse sıfıra indirmeleri bu konutların bir kitle üretin nesnesi olmaktan öteye gitmediklerini gösteriyor. Bu durumda yakın gelecekte kullanım değerlerini kaybetmeleri gerekir ki yenileri üretilebilsin.

Funda Tan

6 Kasım Cuma